Selçuk Softa
Köşe Yazarı
Selçuk Softa
 

Atatürk Laiklik İlkeleri

Atatürk Laiklik ilkeleri Laiklik Batı’da meydana gelen devrimlerle adı anılmaya başlanan bir kavramdır. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, akılcılığı ve devletin din ve vicdan hürriyetini tanımasını kapsar. Ancak Hıristiyanlık ve İslamiyet’in farklı özellikleri laikliğin kabulünü Türkiye açısından daha yaşamsal bir konuma getirmiştir. Hıristiyanlık dünyada yeni yayılmaya başladığında Hz. İsa, dönemin devlet adamlarının kendisine inananlar üzerinde zulüm uygulamasını engellemek amacıyla. “Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz” çağrısında bulunarak dininin devlet karşısında konumlanmadığını göstermişti. Ancak gelişen şartlar doğrultusunda Hıristiyanlığın yayılma problemini aşıp evrensel bir din konumuna yükselmesinin etkisiyle devletle kilise çatışır hale gelmişti. Yine de kilise ve devlet aralarında süregelen tüm çatışmalara, nüfuz mücadelelerine rağmen iki ayrı kurum, iki ayrı çatı altında yaşamasını bilmişlerdir. İslamiyet’te “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” inancı vardı. Bu inanç din ve devlet işlerinin ayrışmasını büyük ölçüde engelliyordu. Hıristiyan Batı, devrimlerin ardından din örgütüne karşı genel bir savaş yürütmemekle birlikte, dinin devlet üzerinde baskı kurmakta. Atatürk Laiklik İlkeleri Direnen unsurlarını tasfiye ederek kilise ile devleti daha kolaylıkla birbirinden ayırmayı başarmıştı. Üstelik Hıristiyan dünyasının tüm dönemlerinde hakimiyetin kilisede mi yoksa kralda mı olduğuna dair zengin bir tartışma platformu yürütülebilmişti. İslam devletlerinin anayasasıysa dinsel temeller etrafında şekillendirilmişti. Eğitim, ahlak dinsel faktörlere göre ayarlanmaktaydı.   Buna karşın İslamî dünya görüşünün özellikle ekonomi ve dış politika alanında belirleyici bir etkiye sahip olmaması. Kurulmakta olan yeni dünyada çok belirleyici hale gelen ekonomi ve uluslar arası ilişkiler noktalarında İslamî toplumlara sorunlar yaratıyordu. İslam, faizi yasaklıyor ama o devrin yeni düzeninde devletlerarası tüm antlaşmalar ağır faizin kayıtsız şartsız kabulüyle başlıyordu. İslam, öncelikle müslümanların kendi aralarında yardımlaşmalarını öneriyor fakat İslam toplumları. Arasında oluşturulabilecek bir sistemin kreditörü olabilecek bir devlet ortaya çıkarılamıyordu. Zira İslam toplumlarının önemli bir kısmı uzun yıllar yabancı devletlerin sömürge alanı olarak işlev görmüşler hatta henüz özgürlüklerine bile kavuşamamışlardı. Ortada temel bir çelişki yatıyordu. Kemalist önderlik ya İslam toplumunun kapalı anlayışını kırmayarak çaresizlik içinde. İslamî sistemi evrensel bazda işletecek bir kreditör bekleyecek ya da Batı’ya entegre olacaktı. Büyük Savaş’tan tüm Avrupa devletleri ağır yaralarla çıktıklarından henüz dünya kreditörlüğüne aday bir pax ufukta belirmemişti. Atatürk tercih aşamasındaydı. Yüz bu konuda da Batı’ya çevrilecek ve mahalli karizmatik liderler çerçevesinde örgütlenen popüler İslam’la. Devleti uzun süre geri bırakan Osmanlı’dan kalma resmi devlet İslamî düzenlenecekti. Bunun da yolu laiklikti. Nitekim onun ölümünde sonra yaşananlar liderin bir kez daha öngörülerinde haklı çıktığını gösterecekti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yine Batılı bir güç beklenen paktı kuracak, dünyanın kreditörlüğünü. Üstlenecek, üstelik uluslararası yeni sistemin sacayaklarını Batı’nın belli başlı devletleri sağlamlaştıracaktı. Ekonomik olanakları son derece kısıtlı olan, geçirdiği onca acımasız savaştan sonra Osmanlı devletinin. Borçlarının bir kısmım üstlenen yeni Cumhuriyet, kısa zamanda çağdaş dünyayla arasındaki mesafeyi kapatmalıydı. Bunun önündeki engellerden birisi de, İslamî kökenli, “Bir lokma bir hırka” söylemiydi. Hızla reform yapacak, devrimler çağını sürükleyecek bir topluma ne bir hırka ne de bir lokma yeterdi. Üstelik büyük liderlerin en başat özelliği, çağın kavramlarıyla, çağın değerleriyle konuşmalarıydı. Tüm gelişmiş dünya, ulus, ulus-devlet özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Osmanlı’nın millet sistemine dahil ettiği müslüman unsurlar, çok kısa süre önce “din kardeşleri”ni. Batı’yla birleşerek arkadan vurmayı dinî açıdan tartışmayı dahi gereksiz görmüşlerdi. İslam dünyası bile artık mücadelesini ümmeti uğruna değil kuracağı ulus-devletini düşünerek yürütüyordu. Osmanlı’nın son cihat çağrısı açıkça felaket sonuç vermişti. Ayrıca, dünyanın her alanında ekonomiden savunmaya, sanayileşmeden ticarete Tanrı’nın düzenlediği. İleri sürülen “imanlı ordular”, Batı’nın teknik orduları karşısında ardı ardına yenilgiye uğruyorlardı. Atatürk, bir yükselen değerin daha farkındaydı: Teknoloji. Teknolojiyle-din savaştırılmamalıydı. Zira bu savaştan galip çıkan kayıtsız-şartsız teknoloji oluyordu. Mesele teknolojinin karşısına dini dikmek değil bu ikisini uzlaştırmaktı. Tarihte görülmüştür ki, çok eski çağlardan bu yana askerler ve din adamları sürekli çatışkı içinde yaşamışlardır. Bunun en temel ermeni yeni bir devlet kurmak ya da devlette hamle yapmak isteyen ilerici askerlerin karşısına. Din adamlarının büyük kısmının, durağanlanlaştırmakta kendileri açısından yarar gördükleri bazı hatalı dinî yorumlarla çıkmalarıdır. Atatürk, laikliğe geçilirken ülkede pek namuslu din adamları bulunduğunu fakat bazı gericilerin bu kişilerin sesini kısmak istediklerini sıklıkla dile getirmiştir. Mustafa Kemal Paşa, dinle teknolojiyi çatıştıran, dini durağanlaştırmak isteyen zihniyetin devleti sürüklemek istedikleri noktalan iyi tespit etmişti. Oysa son derece açık ve gelişmeyi hedef alan gerçek bir islamiyet vardı. Önemli olan İslam’ın asıl olan bu kaynaklarına yönelip, teknoloji-din çatışmasını ortadan kaldırmaktı. Hedefe varmanın biricik yolu elbette laikliğin kabulüydü. Yani İslam’da laikliğe cevaz olabilirdi. Tanyol, bu noktayı şu şekilde açımlıyor: “…İslamiyet sosyal bir din olduğundan ve terakkiyi hedef olarak aldığından, diğer dinlerdeki hükümlerin katılığı ve değişmezliği onda mevcut değildir. Bizzat Peygamber – Kuran’ın ayetlerinde hükümlerin zamana ve mekana tabi olarak değişebileceğine cevap vermiştir. İslam dinindeki bu yumuşaklık ve gelişmeye açık kapı bırakmıştır ki. Az zaman içinde serbest içtihada yol açmış ve birçok felsefi meseleler hiçbir zorluğa ulaşmadan gelişmek imkanına sahip olmuştur. Bundan dolayıdır ki, İslamiyet’te bir engizisyon teşkilatına rastlanamaz. Önce gelen bir ayetin hükümlerini sonraki ayetin değiştirmesi ve bazen tamamıyla kaldırması. İslam hukukunda, ‘Tebeddül-i ezmanla tagayyür-i ahkam caizdir’ şeklindeki külli bir düsturla ifade edilmiştir. İşte İslamiyet’te laiklik ve her türlü reform, bu prensibe dayanılarak yapılabilir.”  Türk devrimlerinin ya da bütüncül olarak Kemalist Devrim’in özünde laiklik yatmaktadır. Pek çok Cumhuriyetçi aydın, haklı olarak, laikliğe karşı çıkmanın yeni Cumhuriyet’in temel değerlerine, hedeflerine karşı çıkmak anlamına geldiğini savunmaktadır. Aynı görüş çerçevesinde laiklik, düzenin ruhudur, temelidir. Atatürk’ün Laiklik ilkesi, Durkheim’ın tezlerinden oldukça etkilenmiştir. Zira düşünürün savlan medeniyet ve işbölümünün gelişmesiyle dinle devletin farklı alanlara seslenmeye başladığı yönündeydi. Toplumda iş bölümünün ilerlemesiyle beraber toplum hayatının siyasi, ahlaki, iktisadi, eğitimsel ve sanatsal faaliyet kollarının. Giderek dinin doğrudan etkisinden uzaklaşıp hususi mevkiler edindiklerini kaydeden Durkheim. Din de dahil tüm bu kolları kapsamına alan geniş ve homojen bir bütünlük oluştuğunu vurgular. Durkheim, devletin toplumun bütününü, işbölümününü tamamını, uzmanlığın hepsini birbirine. Karıştırmadan temsil etme mecburiyeti üstlenmiştir. Durkheim buradan hareketle yeni çağda belirmeye başlayan “laik ahlaka” geçer. Gökalp, Durkheim’ın da etkisiyle Batı’daki reform çabalarını yorumladı. Düşünür, ümmet dininin çöktüğünü, ümmet teşkilatıyla milletin birbirlerinden ayrıştığını savunuyordu. Dinin kendi öz alanı olan vicdan sahasına çekilip, önemini daha da arttırmasını, işlevselleşmesini isteyen. Gökalp, işbölümü ve uzmanlaşmanın da katkısıyla toplum bütünleşmesinin en önemli unsurlardan birinin yine din olacağını öngörmekteydi. Kısacası Türk Laikleşmesi projesinde laiklik kesinlikle dinsizlik değildi. Mustafa Kemal, bu açılardan Gökalp’e katılmaktaydı. Durkheim’ın sosyolojik analizlerinin yanına, Max Müller’in Natüralizmi ile çeşitli pozitivist. Ve hukuki savları katan Atatürk, tarihsel çerçevesi bağlamında din sorununa şöyle yaklaşmaktaydı: “İnsan önce tabiata, sonra cemiyete bağımlıdır. Tabiatın yaratığı olan insan, önce onun kanunlarına tabidir. Başlangıç devirlerinde insan korkular içinde yaşamıştır. Sonra iptidai insan kümelerinde ata korkusu, nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu. Ata korkusu yerine geçen Allah korkusu, insanların hürriyetini engellemiş, kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yaratmıştır. Yasaklar ve hurafeler üzerine kurulan bu adet ve gelenekler, insanları düşünce ve harekette bağlamıştır. Ferdin hakiki hürriyeti söz konusu olmamıştır. Önce tabiatın sonra cemiyetin esiri olan insanın, bu esaretine -gökten kuvvet ve yetki alan birtakım adamlara esir olmak- eklendi. Hükümdarlıklar gücünü buradan aldı. Cemiyetler ve fikirler geliştikçe hürriyet fikri de gelişti. Tabii hak fikri oluştu. Her türlü hakkın kaynağının fert olduğu fikrine ulaşıldı. Hür ve sorumlu olan yalnız insandır. Böylece demokrasiye ve medeni topluma geçildi.” Yukarıdaki fikirlere bakıldığında Atatürk’ün siyasal düşünceler tarihi hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olduğu görülebilir. Zira Mustafa Kemal’in açıklamaya çalıştığı bu evrim süreci, Siyasal Düşünceler Tarihi’nin çok önemli bir. Metodundan kaynaklanmaktadır ve uluslar arası bilim dünyasında topluluktan-topluma giden zaman diliminde insanın gelişmesi hala bu örüntü çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu arada özellikle sağ Kemalist ve milliyetçi aydınların önemli bir bölümü Osmanlı’nın zaten teokratik. Bir devlet olmadığını, millet sistemi ve azınlıklara karşı tutumda laik nüvelere rastlandığını haklı olarak öne sürmektedirler. Bu inanca göre, Osmanlı’da Gerileme ve Çöküş dönemlerinde Batı’ya karşı alınan mağlubiyetler karşısında bunalan. Osmanlı aydını bir yandan Batı’nın temel kurumlarına yönelik reformlar yapmaya kalkışırken, diğer yandan da bu reformları. Sınırlı bir çerçevede tutarak ve dini bağnazlaştırarak, olumlu-hakim nüveyi yozlaştırmışlardır. Aynı yazarlar Atatürk’ün Laiklik ilkesini yorumlarken, Mustafa Kemal’in Osmanlı’da yapılan göstermelik-yetersiz reformların çarpıklıklarını tespit ederek, Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin tam anlamıyla modern içeriğe sokulduğunu ileri sürerler. Atatürk ferdi hak ve hürriyetleri, maddi ve fikri hürriyet adı altında iki ara başlığa ayırdı. Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak ya da inanmamak, seçtiği dinin gereklerini yerine getirmek. Ve getirmemek, şahsine ait siyasal görüşleri savunmak serbestliğine sahip olmalıdır. Ona göre vicdan hürriyeti taarruz edilemeyen bir alandı. Hatta Atatürk hayatta tek taraflı olarak aradığı ve arayacağı temel unsurun laiklik olduğunu bildirmektedir. Böylelikle laiklik, devrimin özü haline gelirken aynı zamanda kültürel, ulusal, dilsel ve tarihsel bir sorun boyutuna ulaşıyordu. Laiklik ilkesi uyarınca İslam’ın bertaraf edilmesi hedeflenmiyordu. Dinin siyasete alet edildiği ve bunun toplumun en gerici unsurlarınca yapıldığı tarihi vakaydı. Osmanlı döneminden beri dini siyasete alet ederek, durağanlaştırdıkları dinden kendilerine varlık alanı yaratmaya çalışan yobazlarla. Zamanın yöneticileri sıklıkla uğraşmak hatta çok şedit tedbirlere başvurmak zorunda kaldıkları bilinmekteydi. O zaman din siyasetten mutlaka ayrılmalıydı. Birinci hedef buydu. İslam’a demokrasiyle, rejimle uyumlu hale gelecek yeni işlev yüklenmesi arayışları ikinci gayeydi. İslam, millî kültür ve toplumsal bütünleşme noktasında hep birleştirici temel faktör olarak kalacaktı ama eğitim. Hukuk, devletin düzeni; tıpkı Batı’da olduğu gibi, dinin sahasından çıkartılacaktı. Tüm bunları hedefleyen bir kadronun ve liderin din düşmanı gösterilmesi, dinsizlikle suçlanması en basit bir tabirle, “mantıksızlık- haksızlık” olurdu. Ancak uygulamada görülen aksaklıklar, Laiklik ilkesinin uygulanmasına yönelik Batı’da yaşandığı gibi uzun düşünsel tartışmalar ve fikirler düzeyinin. Yaşanmaması ve halkın eğitimsizliği, bunun bazı eski rejim yanlılarınca kullanılması ile kimi Kemalist yöneticilerin aşırı sert-zamansız tedbirleri. Laikliğin en tartışılan, en çok eleştirilen uygulamalardan biri haline dönüşmesini sağladı. Tarihi, dip çalkantıları bağlamında ve eleştirel pencereden irdeleyen Mardin, laikliği Atatürk’ün liderlik vasıflarını da hatırlatarak şöyle ortaya koyuyor: “Olan şey, Mustafa Kemal’in varolmayan, farazi bir varlığı, Türk Milleti’ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi. Onun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutlarını bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran. Olmayan bir şey için sanki varmış gibi ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir. Göreve başladığı sırada Türk milleti, ne ‘genel iradenin’ ve ne de millî bir kimliğin kaynağı olarak vardı. O, aşırı ölçüde ihtiyatlı meslektaşlarından bir gelecek fikri ve bu fikri gerçekleştirmede taşıdığı arzu bakımından ayrılmaktaydı. ‘Millet’ ve ‘Batı Medeniyeti’, onun tasarısında gizli bir temel sağlayan iki şifre kelimeydi; bu stratejik noktadan değerlendirdiğimiz takdirde, onun dine yönelik tavrı tutarlılık gösterir. Atatürk’ün ideal bir toplum peşinde gösterdiği kararlılık, zamana ayak uydurmadaki büyük yeteneği ile çelişki teşkil etmez: Onun taktik çelişkilerini anlamlı kılan nokta, üzerinde dikkatini yoğunlaştırdığı taşandır. Onun, istiklal hareketinin siyasi meşruiyet kaynağı olarak ‘Büyük Millet Meclisi’ kavramını kullanışında, siyasi dehasının ilk örneğini buluyoruz. Halife-Sultan, teorik olarak, İslam dünyasında en müessir gücü elinde tutan bir İslam topluluğunun -Osmanlı cemaatinin- önderi olmasından dolayı, iktidar kendisinde bırakılmıştı. Halife-Sultan makamını işgal eden kişi şimdi Müttefik Kuvvetleri’nin elinde esir durumunda olduğu için, artık hür bir vekil olarak hareket edememekteydi. Esas olarak imparatorluğun çeşitli dinî alt-gruplarına atfedilen fakat bu özel durumda İslam cemaati için kullanılan millet. Meşruiyet kaynağı olarak, topluluğun hakimiyet haklarını yeniden oluşturabilecekti.” Peki Cumhuriyet sonrasında özellikle Laiklik ve devrimler açısından nasıl bir yol izlendi? Sorunun cevabını, yine Mardin’den aktarıyoruz: “Bu hareketler için ne zaman mantıki bir sebep aransa, öne sürülen gerekçe ‘Muasır medeniyetin icapları’ idi. Bu, Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığı birçok konuşmada izlenebilir. Bu mantığın en veciz ifadelerinden birisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 tüzüğünde yer almaktadır. Yeni rejim, başlangıcından itibaren Büyük Millet Meclisi içinde bir siyasi partiyi, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurmak suretiyle taraftar toplamıştı. Bu parti, sonunda, Cumhuriyet içindeki siyasi anlatımın yegane meşru organı ve yeni Cumhuriyet. Rejiminin resmi ideolojisinin büyük bir titizlikle oluşturulduğu bir merkez olarak ortaya çıktı. Partinin 1931 yılı tüzüğü, dinin ‘vicdani bir mesele’ olması dolayısıyla, devletin dinî hayat içinde hiçbir rol almaması durumu olarak tanımlanan. ‘laiklik ilkesinin desteklendiğini belirtmekteydi.” Böylelikle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde yükseltilmesi yolunda ideolojik bir karakter de kazanan. Laiklik, devrimin temel unsurlarından birine dönüşüyordu. Laiklik, 1937’de CHP’nin diğer yol gösterici beş ilkeyle beraber Anayasa’ya sokulacaktı. Ancak, laik bir toplum oluşturulması çabalan 15 yılı aşkın bir zaman içinde adım adım gerçekleştirilmiştir. Atatürk’ün sözlerinden, laikliğin taşıdığı mana ise şöyle verilebilir: “Bilirsiniz: Bizi yanlış yola sürükleyen kötüler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep ‘şeriat’ sözleriyle aldatılagelmişlerdir… Dinimizin bizden istediklerini öğrenmemiz için şundan bundan ders almaya, şunun bunun akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Atalarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bize dinimizin ilkelerini anlatmaya yeter… Hangi şey akla, mantığa, ulusun yüksek çıkarlarına uygundur, biliniz ki o bizim dinimize uygun düşer. Camilerin kutsal minberleri halkın dinle, ahlakla ilgili beslenme gerekçelerine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan dolayı camilerin ve mescitlerin minberleri halkı aydınlatacak, ona yol gösterecek değerli. Konuşmaların kapsadıkları konuların halka açıklanmasını sağlamak yüce Din işleri Bakanlığı’nın önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dile ruh ve dimağa seslenmekle müslümanların varlığı canlanır, dimağı arınır. İmanı güçlenir, yüreği cesaret bulur. Ancak buna göre büyük hatiplerin taşıması gereken bilimsel nitelikler. Özel yetenekler ve dünyada olup bitenleri kavrama çok önemlidir. Bütün vaiz ve hatiplerin bu dileğe hizmet edebilecek yetiştirilmesine Din işleri Bakanlığı’nın çaba göstereceğini umarım.” Ne var ki, bugün gelinen noktada gerek laik gerekse İslamcı kesimler Laiklik ilkesinin çok ötesine geçerek, olayı farklı boyutlarda tartışma yoluna girmişlerdir. Atatürk, Laikliği, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ve ulusun fertlerinin özgürleşmesi zaviyesinden değerlendirmişti. Oysa günümüzün laik kesiminin bir kısmı, dini toplumun her alanından dışlayarak. Toplumun Mustafa Kemal’le problem yaşamayan önemli bir kesimini de hedef alır noktaya sürüklenmiştir. Atatürk, dini saf dışı bırakmayı değil, onu devlet yönetimi, eğitim konularından ayrıştırıp kendi varlık alanının efendisi yapmak istiyordu. Atatürk, “Din afyondur” savına da katılmıyordu. Din kendi alanında hala en geçer akçeydi ve İslam’ın kendisiyle, özüyle çatışmaya girmek Mustafa Kemal’in aklına bile gelmemişti. O yüzden, “Din afyondur. Sağ hareketler eninde sonunda hurafelerin eteğine yapışırlar, bu yüzden de sağ kesimden aydın çıkmaz”. Şeklindeki sözler Atatürkçülük’ten ziyade, bu sözleri söyleyenlerin ideolojik takıntılarını ortaya koymaktadır. Öte yandan, Atatürk‘ü sözüm ona din düşmanlığıyla suçlayan, dinin elden gittiğini savlayan İslamî kesim, hatanın çok daha büyük kısmını yüklenmiş durumdadır. Öncelikle Mustafa Kemal’in yukarıda açıklanan fikirlerini, hedeflerini değerlendirdikten sonra. Türkiye Cumhuriyeti liderini hala “din düşmanlığı”yla suçlamanın iki nedeni olabilir. Birincisi okuduğunu anlamamak, ikincisi yalan ve karalamalarla dini açıkça siyasete alet etmek. Laikliği dinsizlik olarak algılayan bu kesim, dinin asıl özelliklerini kendi çıkarları doğrultusunda açıkça çarptırmaktan. Kaçınmadığı gibi, bütün insanların kendilerinin doğru kabul ettikleri yönde yaşamalarını dayatarak insanları baskı altına almak ister. Yaşar Nuri Öztürk, din adı altında sergilenen, pankartlara yazılıp, edebiyatı yapılan bu taleplerin. Kuran’dan esinlenerek alınmadığını kaydetmektedir. Yine Öztürk’e göre Kuran’ı değil gelenekleri kutsallaştırarak yaratılmak istenen bu hurafeler dininden kaçınılmalıdır. Kaynak: Baran Dural, Atatürk’ün Liderlik Sırları
Ekleme Tarihi: 12 Mart 2022 - Cumartesi
Selçuk Softa

Atatürk Laiklik İlkeleri

Atatürk Laiklik ilkeleri Laiklik Batı’da meydana gelen devrimlerle adı anılmaya başlanan bir kavramdır.

Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını, akılcılığı ve devletin din ve vicdan hürriyetini tanımasını kapsar.

Ancak Hıristiyanlık ve İslamiyet’in farklı özellikleri laikliğin kabulünü Türkiye açısından daha yaşamsal bir konuma getirmiştir.

Hıristiyanlık dünyada yeni yayılmaya başladığında Hz. İsa, dönemin devlet adamlarının kendisine inananlar üzerinde zulüm uygulamasını engellemek amacıyla.

“Sezar’ın hakkını Sezar’a veriniz” çağrısında bulunarak dininin devlet karşısında konumlanmadığını göstermişti.

Ancak gelişen şartlar doğrultusunda Hıristiyanlığın yayılma problemini aşıp evrensel bir din konumuna yükselmesinin etkisiyle devletle kilise çatışır hale gelmişti.

Yine de kilise ve devlet aralarında süregelen tüm çatışmalara, nüfuz mücadelelerine rağmen iki ayrı kurum, iki ayrı çatı altında yaşamasını bilmişlerdir.

İslamiyet’te “Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır” inancı vardı.
Bu inanç din ve devlet işlerinin ayrışmasını büyük ölçüde engelliyordu.

Hıristiyan Batı, devrimlerin ardından din örgütüne karşı genel bir savaş yürütmemekle birlikte, dinin devlet üzerinde baskı kurmakta.

Atatürk Laiklik İlkeleri


Direnen unsurlarını tasfiye ederek kilise ile devleti daha kolaylıkla birbirinden ayırmayı başarmıştı.

Üstelik Hıristiyan dünyasının tüm dönemlerinde hakimiyetin kilisede mi yoksa kralda mı olduğuna dair zengin bir tartışma platformu yürütülebilmişti.

İslam devletlerinin anayasasıysa dinsel temeller etrafında şekillendirilmişti.

Eğitim, ahlak dinsel faktörlere göre ayarlanmaktaydı.

 

Buna karşın İslamî dünya görüşünün özellikle ekonomi ve dış politika alanında belirleyici bir etkiye sahip olmaması.

Kurulmakta olan yeni dünyada çok belirleyici hale gelen ekonomi ve uluslar arası ilişkiler noktalarında İslamî toplumlara sorunlar yaratıyordu.

İslam, faizi yasaklıyor ama o devrin yeni düzeninde devletlerarası tüm antlaşmalar ağır faizin kayıtsız şartsız kabulüyle başlıyordu.

İslam, öncelikle müslümanların kendi aralarında yardımlaşmalarını öneriyor fakat İslam toplumları.

Arasında oluşturulabilecek bir sistemin kreditörü olabilecek bir devlet ortaya çıkarılamıyordu.

Zira İslam toplumlarının önemli bir kısmı uzun yıllar yabancı devletlerin sömürge alanı olarak işlev görmüşler hatta henüz özgürlüklerine bile kavuşamamışlardı.
Ortada temel bir çelişki yatıyordu.

Kemalist önderlik ya İslam toplumunun kapalı anlayışını kırmayarak çaresizlik içinde.

İslamî sistemi evrensel bazda işletecek bir kreditör bekleyecek ya da Batı’ya entegre olacaktı.

Büyük Savaş’tan tüm Avrupa devletleri ağır yaralarla çıktıklarından henüz dünya kreditörlüğüne aday bir pax ufukta belirmemişti.

Atatürk tercih aşamasındaydı.
Yüz bu konuda da Batı’ya çevrilecek ve mahalli karizmatik liderler çerçevesinde örgütlenen popüler İslam’la.

Devleti uzun süre geri bırakan Osmanlı’dan kalma resmi devlet İslamî düzenlenecekti.

Bunun da yolu laiklikti. Nitekim onun ölümünde sonra yaşananlar liderin bir kez daha öngörülerinde haklı çıktığını gösterecekti.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra yine Batılı bir güç beklenen paktı kuracak, dünyanın kreditörlüğünü.

Üstlenecek, üstelik uluslararası yeni sistemin sacayaklarını Batı’nın belli başlı devletleri sağlamlaştıracaktı.

Ekonomik olanakları son derece kısıtlı olan, geçirdiği onca acımasız savaştan sonra Osmanlı devletinin.

Borçlarının bir kısmım üstlenen yeni Cumhuriyet, kısa zamanda çağdaş dünyayla arasındaki mesafeyi kapatmalıydı.

Bunun önündeki engellerden birisi de, İslamî kökenli, “Bir lokma bir hırka” söylemiydi.
Hızla reform yapacak, devrimler çağını sürükleyecek bir topluma ne bir hırka ne de bir lokma yeterdi.

Üstelik büyük liderlerin en başat özelliği, çağın kavramlarıyla, çağın değerleriyle konuşmalarıydı.

Tüm gelişmiş dünya, ulus, ulus-devlet özlemiyle yanıp tutuşuyordu.

Osmanlı’nın millet sistemine dahil ettiği müslüman unsurlar, çok kısa süre önce “din kardeşleri”ni.

Batı’yla birleşerek arkadan vurmayı dinî açıdan tartışmayı dahi gereksiz görmüşlerdi.

İslam dünyası bile artık mücadelesini ümmeti uğruna değil kuracağı ulus-devletini düşünerek yürütüyordu.

Osmanlı’nın son cihat çağrısı açıkça felaket sonuç vermişti.
Ayrıca, dünyanın her alanında ekonomiden savunmaya, sanayileşmeden ticarete Tanrı’nın düzenlediği.

İleri sürülen “imanlı ordular”, Batı’nın teknik orduları karşısında ardı ardına yenilgiye uğruyorlardı.

Atatürk, bir yükselen değerin daha farkındaydı: Teknoloji. Teknolojiyle-din savaştırılmamalıydı.

Zira bu savaştan galip çıkan kayıtsız-şartsız teknoloji oluyordu.

Mesele teknolojinin karşısına dini dikmek değil bu ikisini uzlaştırmaktı.

Tarihte görülmüştür ki, çok eski çağlardan bu yana askerler ve din adamları sürekli çatışkı içinde yaşamışlardır.

Bunun en temel ermeni yeni bir devlet kurmak ya da devlette hamle yapmak isteyen ilerici askerlerin karşısına.

Din adamlarının büyük kısmının, durağanlanlaştırmakta kendileri açısından yarar gördükleri bazı hatalı dinî yorumlarla çıkmalarıdır.

Atatürk, laikliğe geçilirken ülkede pek namuslu din adamları bulunduğunu fakat bazı gericilerin bu kişilerin sesini kısmak istediklerini sıklıkla dile getirmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, dinle teknolojiyi çatıştıran, dini durağanlaştırmak isteyen zihniyetin devleti sürüklemek istedikleri noktalan iyi tespit etmişti.

Oysa son derece açık ve gelişmeyi hedef alan gerçek bir islamiyet vardı.

Önemli olan İslam’ın asıl olan bu kaynaklarına yönelip, teknoloji-din çatışmasını ortadan kaldırmaktı.

Hedefe varmanın biricik yolu elbette laikliğin kabulüydü. Yani İslam’da laikliğe cevaz olabilirdi.

Tanyol, bu noktayı şu şekilde açımlıyor:

“…İslamiyet sosyal bir din olduğundan ve terakkiyi hedef olarak aldığından, diğer dinlerdeki hükümlerin katılığı ve değişmezliği onda mevcut değildir.

Bizzat Peygamber – Kuran’ın ayetlerinde hükümlerin zamana ve mekana tabi olarak değişebileceğine cevap vermiştir.

İslam dinindeki bu yumuşaklık ve gelişmeye açık kapı bırakmıştır ki.

Az zaman içinde serbest içtihada yol açmış ve birçok felsefi meseleler hiçbir zorluğa ulaşmadan gelişmek imkanına sahip olmuştur.

Bundan dolayıdır ki, İslamiyet’te bir engizisyon teşkilatına rastlanamaz.

Önce gelen bir ayetin hükümlerini sonraki ayetin değiştirmesi ve bazen tamamıyla kaldırması.

İslam hukukunda, ‘Tebeddül-i ezmanla tagayyür-i ahkam caizdir’ şeklindeki külli bir düsturla ifade edilmiştir.

İşte İslamiyet’te laiklik ve her türlü reform, bu prensibe dayanılarak yapılabilir.” 

Türk devrimlerinin ya da bütüncül olarak Kemalist Devrim’in özünde laiklik yatmaktadır.
Pek çok Cumhuriyetçi aydın, haklı olarak, laikliğe karşı çıkmanın yeni Cumhuriyet’in temel değerlerine, hedeflerine karşı çıkmak anlamına geldiğini savunmaktadır.

Aynı görüş çerçevesinde laiklik, düzenin ruhudur, temelidir.

Atatürk’ün Laiklik ilkesi, Durkheim’ın tezlerinden oldukça etkilenmiştir.

Zira düşünürün savlan medeniyet ve işbölümünün gelişmesiyle dinle devletin farklı alanlara seslenmeye başladığı yönündeydi.

Toplumda iş bölümünün ilerlemesiyle beraber toplum hayatının siyasi, ahlaki, iktisadi, eğitimsel ve sanatsal faaliyet kollarının.

Giderek dinin doğrudan etkisinden uzaklaşıp hususi mevkiler edindiklerini kaydeden Durkheim.

Din de dahil tüm bu kolları kapsamına alan geniş ve homojen bir bütünlük oluştuğunu vurgular.

Durkheim, devletin toplumun bütününü, işbölümününü tamamını, uzmanlığın hepsini birbirine.

Karıştırmadan temsil etme mecburiyeti üstlenmiştir.

Durkheim buradan hareketle yeni çağda belirmeye başlayan “laik ahlaka” geçer.

Gökalp, Durkheim’ın da etkisiyle Batı’daki reform çabalarını yorumladı.

Düşünür, ümmet dininin çöktüğünü, ümmet teşkilatıyla milletin birbirlerinden ayrıştığını savunuyordu.

Dinin kendi öz alanı olan vicdan sahasına çekilip, önemini daha da arttırmasını, işlevselleşmesini isteyen.

Gökalp, işbölümü ve uzmanlaşmanın da katkısıyla toplum bütünleşmesinin en önemli unsurlardan birinin yine din olacağını öngörmekteydi.

Kısacası Türk Laikleşmesi projesinde laiklik kesinlikle dinsizlik değildi.
Mustafa Kemal, bu açılardan Gökalp’e katılmaktaydı.

Durkheim’ın sosyolojik analizlerinin yanına, Max Müller’in Natüralizmi ile çeşitli pozitivist.

Ve hukuki savları katan Atatürk, tarihsel çerçevesi bağlamında din sorununa şöyle yaklaşmaktaydı:

“İnsan önce tabiata, sonra cemiyete bağımlıdır. Tabiatın yaratığı olan insan, önce onun kanunlarına tabidir.

Başlangıç devirlerinde insan korkular içinde yaşamıştır.

Sonra iptidai insan kümelerinde ata korkusu, nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu.

Ata korkusu yerine geçen Allah korkusu, insanların hürriyetini engellemiş, kafalarında ve hareketlerinde hesapsız yasaklar yaratmıştır.

Yasaklar ve hurafeler üzerine kurulan bu adet ve gelenekler, insanları düşünce ve harekette bağlamıştır.

Ferdin hakiki hürriyeti söz konusu olmamıştır.

Önce tabiatın sonra cemiyetin esiri olan insanın, bu esaretine -gökten kuvvet ve yetki alan birtakım adamlara esir olmak- eklendi.

Hükümdarlıklar gücünü buradan aldı.

Cemiyetler ve fikirler geliştikçe hürriyet fikri de gelişti. Tabii hak fikri oluştu.

Her türlü hakkın kaynağının fert olduğu fikrine ulaşıldı.
Hür ve sorumlu olan yalnız insandır. Böylece demokrasiye ve medeni topluma geçildi.”

Yukarıdaki fikirlere bakıldığında Atatürk’ün siyasal düşünceler tarihi hakkında ayrıntılı bilgi sahibi olduğu görülebilir.

Zira Mustafa Kemal’in açıklamaya çalıştığı bu evrim süreci, Siyasal Düşünceler Tarihi’nin çok önemli bir.

Metodundan kaynaklanmaktadır ve uluslar arası bilim dünyasında topluluktan-topluma giden zaman diliminde insanın gelişmesi hala bu örüntü çerçevesinde değerlendirilmektedir.

Bu arada özellikle sağ Kemalist ve milliyetçi aydınların önemli bir bölümü Osmanlı’nın zaten teokratik.

Bir devlet olmadığını, millet sistemi ve azınlıklara karşı tutumda laik nüvelere rastlandığını haklı olarak öne sürmektedirler.

Bu inanca göre, Osmanlı’da Gerileme ve Çöküş dönemlerinde Batı’ya karşı alınan mağlubiyetler karşısında bunalan.

Osmanlı aydını bir yandan Batı’nın temel kurumlarına yönelik reformlar yapmaya kalkışırken, diğer yandan da bu reformları.

Sınırlı bir çerçevede tutarak ve dini bağnazlaştırarak, olumlu-hakim nüveyi yozlaştırmışlardır.

Aynı yazarlar Atatürk’ün Laiklik ilkesini yorumlarken, Mustafa Kemal’in Osmanlı’da yapılan göstermelik-yetersiz reformların çarpıklıklarını tespit ederek, Türkiye Cumhuriyeti’nde laikliğin tam anlamıyla modern içeriğe sokulduğunu ileri sürerler.

Atatürk ferdi hak ve hürriyetleri, maddi ve fikri hürriyet adı altında iki ara başlığa ayırdı.

Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak ya da inanmamak, seçtiği dinin gereklerini yerine getirmek.

Ve getirmemek, şahsine ait siyasal görüşleri savunmak serbestliğine sahip olmalıdır.

Ona göre vicdan hürriyeti taarruz edilemeyen bir alandı.

Hatta Atatürk hayatta tek taraflı olarak aradığı ve arayacağı temel unsurun laiklik olduğunu bildirmektedir.

Böylelikle laiklik, devrimin özü haline gelirken aynı zamanda kültürel, ulusal, dilsel ve tarihsel bir sorun boyutuna ulaşıyordu.

Laiklik ilkesi uyarınca İslam’ın bertaraf edilmesi hedeflenmiyordu.
Dinin siyasete alet edildiği ve bunun toplumun en gerici unsurlarınca yapıldığı tarihi vakaydı.

Osmanlı döneminden beri dini siyasete alet ederek, durağanlaştırdıkları dinden kendilerine varlık alanı yaratmaya çalışan yobazlarla.

Zamanın yöneticileri sıklıkla uğraşmak hatta çok şedit tedbirlere başvurmak zorunda kaldıkları bilinmekteydi.

O zaman din siyasetten mutlaka ayrılmalıydı.

Birinci hedef buydu. İslam’a demokrasiyle, rejimle uyumlu hale gelecek yeni işlev yüklenmesi arayışları ikinci gayeydi.

İslam, millî kültür ve toplumsal bütünleşme noktasında hep birleştirici temel faktör olarak kalacaktı ama eğitim.

Hukuk, devletin düzeni; tıpkı Batı’da olduğu gibi, dinin sahasından çıkartılacaktı.

Tüm bunları hedefleyen bir kadronun ve liderin din düşmanı gösterilmesi, dinsizlikle suçlanması en basit bir tabirle, “mantıksızlık- haksızlık” olurdu.

Ancak uygulamada görülen aksaklıklar, Laiklik ilkesinin uygulanmasına yönelik Batı’da yaşandığı gibi uzun düşünsel tartışmalar ve fikirler düzeyinin.

Yaşanmaması ve halkın eğitimsizliği, bunun bazı eski rejim yanlılarınca kullanılması ile kimi Kemalist yöneticilerin aşırı sert-zamansız tedbirleri.

Laikliğin en tartışılan, en çok eleştirilen uygulamalardan biri haline dönüşmesini sağladı.

Tarihi, dip çalkantıları bağlamında ve eleştirel pencereden irdeleyen Mardin, laikliği Atatürk’ün liderlik vasıflarını da hatırlatarak şöyle ortaya koyuyor:

“Olan şey, Mustafa Kemal’in varolmayan, farazi bir varlığı, Türk Milleti’ni ayağa kaldırarak ona hayat vermesiydi.

Onun girişmiş olduğu projenin gerçek boyutlarını bize veren ve düşüncesinin ütopyacı niteliğini ortaya çıkaran.

Olmayan bir şey için sanki varmış gibi ve onu var etme yolundaki kabiliyetidir.

Göreve başladığı sırada Türk milleti, ne ‘genel iradenin’ ve ne de millî bir kimliğin kaynağı olarak vardı.

O, aşırı ölçüde ihtiyatlı meslektaşlarından bir gelecek fikri ve bu fikri gerçekleştirmede taşıdığı arzu bakımından ayrılmaktaydı.
‘Millet’ ve ‘Batı Medeniyeti’, onun tasarısında gizli bir temel sağlayan iki şifre kelimeydi; bu stratejik noktadan değerlendirdiğimiz takdirde, onun dine yönelik tavrı tutarlılık gösterir.

Atatürk’ün ideal bir toplum peşinde gösterdiği kararlılık, zamana ayak uydurmadaki büyük yeteneği ile çelişki teşkil etmez:

Onun taktik çelişkilerini anlamlı kılan nokta, üzerinde dikkatini yoğunlaştırdığı taşandır.

Onun, istiklal hareketinin siyasi meşruiyet kaynağı olarak ‘Büyük Millet Meclisi’ kavramını kullanışında, siyasi dehasının ilk örneğini buluyoruz.

Halife-Sultan, teorik olarak, İslam dünyasında en müessir gücü elinde tutan bir İslam topluluğunun -Osmanlı cemaatinin- önderi olmasından dolayı, iktidar kendisinde bırakılmıştı.

Halife-Sultan makamını işgal eden kişi şimdi Müttefik Kuvvetleri’nin elinde esir durumunda olduğu için, artık hür bir vekil olarak hareket edememekteydi.

Esas olarak imparatorluğun çeşitli dinî alt-gruplarına atfedilen fakat bu özel durumda İslam cemaati için kullanılan millet.

Meşruiyet kaynağı olarak, topluluğun hakimiyet haklarını yeniden oluşturabilecekti.”
Peki Cumhuriyet sonrasında özellikle Laiklik ve devrimler açısından nasıl bir yol izlendi?

Sorunun cevabını, yine Mardin’den aktarıyoruz: “Bu hareketler için ne zaman mantıki bir sebep aransa, öne sürülen gerekçe ‘Muasır medeniyetin icapları’ idi.

Bu, Mustafa Kemal’in 1920’lerde yaptığı birçok konuşmada izlenebilir.

Bu mantığın en veciz ifadelerinden birisi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 tüzüğünde yer almaktadır.

Yeni rejim, başlangıcından itibaren Büyük Millet Meclisi içinde bir siyasi partiyi, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurmak suretiyle taraftar toplamıştı.

Bu parti, sonunda, Cumhuriyet içindeki siyasi anlatımın yegane meşru organı ve yeni Cumhuriyet.

Rejiminin resmi ideolojisinin büyük bir titizlikle oluşturulduğu bir merkez olarak ortaya çıktı.

Partinin 1931 yılı tüzüğü, dinin ‘vicdani bir mesele’ olması dolayısıyla, devletin dinî hayat içinde hiçbir rol almaması durumu olarak tanımlanan.

‘laiklik ilkesinin desteklendiğini belirtmekteydi.”
Böylelikle genç Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlam temeller üzerinde yükseltilmesi yolunda ideolojik bir karakter de kazanan.

Laiklik, devrimin temel unsurlarından birine dönüşüyordu.

Laiklik, 1937’de CHP’nin diğer yol gösterici beş ilkeyle beraber Anayasa’ya sokulacaktı.

Ancak, laik bir toplum oluşturulması çabalan 15 yılı aşkın bir zaman içinde adım adım gerçekleştirilmiştir.

Atatürk’ün sözlerinden, laikliğin taşıdığı mana ise şöyle verilebilir:

“Bilirsiniz: Bizi yanlış yola sürükleyen kötüler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep ‘şeriat’ sözleriyle aldatılagelmişlerdir…

Dinimizin bizden istediklerini öğrenmemiz için şundan bundan ders almaya, şunun bunun akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur.

Atalarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bize dinimizin ilkelerini anlatmaya yeter…

Hangi şey akla, mantığa, ulusun yüksek çıkarlarına uygundur, biliniz ki o bizim dinimize uygun düşer.

Camilerin kutsal minberleri halkın dinle, ahlakla ilgili beslenme gerekçelerine en yüce, en verimli kaynaklardır.

Bundan dolayı camilerin ve mescitlerin minberleri halkı aydınlatacak, ona yol gösterecek değerli.

Konuşmaların kapsadıkları konuların halka açıklanmasını sağlamak yüce Din işleri Bakanlığı’nın önemli bir görevidir.

Minberlerden halkın anlayabileceği dile ruh ve dimağa seslenmekle müslümanların varlığı canlanır, dimağı arınır.

İmanı güçlenir, yüreği cesaret bulur. Ancak buna göre büyük hatiplerin taşıması gereken bilimsel nitelikler.

Özel yetenekler ve dünyada olup bitenleri kavrama çok önemlidir.
Bütün vaiz ve hatiplerin bu dileğe hizmet edebilecek yetiştirilmesine Din işleri Bakanlığı’nın çaba göstereceğini umarım.”

Ne var ki, bugün gelinen noktada gerek laik gerekse İslamcı kesimler Laiklik ilkesinin çok ötesine geçerek, olayı farklı boyutlarda tartışma yoluna girmişlerdir.

Atatürk, Laikliği, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” ve ulusun fertlerinin özgürleşmesi zaviyesinden değerlendirmişti.

Oysa günümüzün laik kesiminin bir kısmı, dini toplumun her alanından dışlayarak.

Toplumun Mustafa Kemal’le problem yaşamayan önemli bir kesimini de hedef alır noktaya sürüklenmiştir.

Atatürk, dini saf dışı bırakmayı değil, onu devlet yönetimi, eğitim konularından ayrıştırıp kendi varlık alanının efendisi yapmak istiyordu.

Atatürk, “Din afyondur” savına da katılmıyordu.
Din kendi alanında hala en geçer akçeydi ve İslam’ın kendisiyle, özüyle çatışmaya girmek Mustafa Kemal’in aklına bile gelmemişti.

O yüzden, “Din afyondur.

Sağ hareketler eninde sonunda hurafelerin eteğine yapışırlar, bu yüzden de sağ kesimden aydın çıkmaz”.

Şeklindeki sözler Atatürkçülük’ten ziyade, bu sözleri söyleyenlerin ideolojik takıntılarını ortaya koymaktadır.

Öte yandan, Atatürk‘ü sözüm ona din düşmanlığıyla suçlayan, dinin elden gittiğini savlayan İslamî kesim, hatanın çok daha büyük kısmını yüklenmiş durumdadır.

Öncelikle Mustafa Kemal’in yukarıda açıklanan fikirlerini, hedeflerini değerlendirdikten sonra.

Türkiye Cumhuriyeti liderini hala “din düşmanlığı”yla suçlamanın iki nedeni olabilir.

Birincisi okuduğunu anlamamak, ikincisi yalan ve karalamalarla dini açıkça siyasete alet etmek.

Laikliği dinsizlik olarak algılayan bu kesim, dinin asıl özelliklerini kendi çıkarları doğrultusunda açıkça çarptırmaktan.

Kaçınmadığı gibi, bütün insanların kendilerinin doğru kabul ettikleri yönde yaşamalarını dayatarak insanları baskı altına almak ister.

Yaşar Nuri Öztürk, din adı altında sergilenen, pankartlara yazılıp, edebiyatı yapılan bu taleplerin.

Kuran’dan esinlenerek alınmadığını kaydetmektedir.

Yine Öztürk’e göre Kuran’ı değil gelenekleri kutsallaştırarak yaratılmak istenen bu hurafeler dininden kaçınılmalıdır.

Kaynak: Baran Dural, Atatürk’ün Liderlik Sırları

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve haberdosyasi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.
medya sponsorluğu, girişimcilik, bodo, ilaçlama, evden eve nakliyat, malatya rent a car, haberler, tüp mide ameliyatı, istanbul böcek ilaçlama, evden eve nakliyat, gezi bülteni, raf sistemleri, ahşap kompozit deck, karşıyaka haberleri, spotçu izmir, ingiltere aile birleşimi sınavı